Acılar yurdundayız.
Duru ve dalgalı denizlerin zamanlarındaki gibi bir hâl içreyiz. Yeryüzünün dalgalandığı insanların beşikteki gibi sallandığı, bir çaresizlik ile ona uyum sağlamak için bir sığınış içinde olduğu bir zamanda. Korku ve hayret ile olan bitenlerin insan ruhundaki büyük sarsıntının nasıl ve neyle giderileceğinin şaşkınlığıyla olununca aranan ve sığınılan ne?
Tedbirler, sakınımlar bir yere ve bir ana kadardır. Bütün tedbirler alınsa, yeryüzünün belli mekânlarında olununca o büyük oluş karşısında neler yapılabilir? İnsanın gücü bir yere kadardır. Kuşlar gibi kanatlansa, yere temas etmese bile bir zaman sonra gene inmek zorunda.
Yeryüzü insanın asıl yeri ve yurdu. Hem beslendiği hem beslediği, hem nimetlerinden yararlandığı hem de rızık oluşturmak için çabaladığı. Yiyen ve içen bir varlık. Düşünen ve hayatıyla bir bilinç oluşturan bir varlık.
Bir güç var ki O, her şeyin üzerinde. O’nun varlığı bir bilinmezlik değil. O’nun varlığı bilenler ve düşünenler için her an bilinir, duyulur ve yaşanır.
Allah’ı anış bazen böyle büyük sarsıntılarla olur. Yeryüzün herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda. Denizin korkunç dalgalarında, rüzgârların, boraların, fırtınaların savruluşunda ve uğultusunda, toprakların kaymalarında…
Bir hakikat var ki insan ve yeryüzü var oldukça olmaya devam edecek.
Dünya salt bir hay huy alanı değildir. Bu alan insanlığın ortak mülkü. Bu mülk insanlık için nasiplenme alanı. İnsanlar sınırları aşınca her şeyi kendinin bilir, kendinden başkasının hakkının olmadığını düşünür. Öyle anlar gelir ki azıya alınmış, sınır tanımayanların çılgınlığında, aç gözlülüğünde, doymazlığında insan insanın cellâdı kesilir. Onu kendine köle edinmek için çabalar.
İnsanı dengeleyen insan ama nasıl bir insan? Modern zamanların, güçlü insanının önünde; ne, nasıl durabilir? Her bir insan tekininin gücü kime ne kadar yetiyorsa o kadar ileri gider.
Yeryüzüne, toprağa, insanın insana olan zulmü kendisinden kaynaklı. Toprağın, suyun, bulutların bir hakkı var. Onların da korunması gerekir.
Çaresiz kalınınca, güç hiçbir şeye yetirilemeyince bir sığınak aranır. Bu manevî sığınık insana yaşama sevinicini yeniden sağlar.
İnsanın elleriyle oluşturduğu, gölgesinde ve altında küçüldüğü o devasa putları yerle bir olunca birden aklı başına gelir. Kendisinin bir hiç olduğu o an anlaşılır. Yenilebilen putlar olduğu gibi yenilemeyen gözlerinde ve ruhunda katı nesneler gibi şeylerin de bir başka güç ile tuz ile buz olduğu da anlaşılır ama geç olur.
Geç olsa da bazen bir hakikat insanı gelir farklı zamanlarda ve durumlarda yeniden bulur.
Bu büyük oluş anında ne somut ne de soyut putlar kimsenin aklına gelmez. Meydanlardaki heykeller, duvarlardaki portreler, boyunlarındaki kolyeler, kitaplardaki tapınılan metinler hemen hepsi bir anda silinip gider. Onlara yakarıda bulunulsa ne elde eder? Yaratılan o nesneler insan eliyle ve zavallıdırlar. Soyut cansız varlıklardır onlar. Kendisi de fani olan, yani ölümlü olandan ne umulur ne istenir ve ne beklenir? “Ey beni yaratan adam gel beni bu felâketlerden kurtar” denir mi?
Ve insanlar asıl sığınıklarını bilirler, ancak O’na iltica ederler, dönerler.
İnsan çaresiz ve mazlum. İnsan, güçlüyken bir anda güçsüz ve çaresiz. O zaman insanın sığınacağı bir Bir var. Allah… der, yakarır.
Şu zamanda bu büyük yıkımın ardından bir tek sığınak o ve onun sevgili insanları, yani kendileri. Birbirlerine dayanak olurlarken onun rahmetine koşu içindedirler. Bilirler ki bu yıl kurak, gökyüzünde bulutlar az seyrediyor. Bilirler ki insanlar sınırları aşmış tepelerine devasa putlar örmüş, onların altında ve gölgesinde kendini unutmuş. O zaman yeryüzü yeni bir sığınış ve anış alanı olur. Bunun için de bir uyarı gerekir.
Allah… Allah… Allah…