Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’nin uyguladığı yanlış politikalardan birisi aslî unsur Türkleri, köylerde tarım ve hayvancılıkla; azınlıkları (Ermeni, Rum, Yahudi vs.) ise payitaht başta olmak üzere büyük şehirlerde ticaretle iştigaliyle sonuçlanan bir politikayı (ister bilinçli ister bilinçsiz) uygulamasıdır. Mezkûr politikanın bedeli çok ağır oldu.
Bu bağlamda benzer bir politika, 1492 yılında Hıristiyanların sürgün ettiği, itibar zafiyetinden dolayı sığınacak liman bulamayan Yahudilere kucak açılmasıydı. 150 bin kişilik bir göçmen kafilesi olan İspanya Yahudi’si Sebataycılar, yıllar içinde etkinliğini artırmış ve devletin önemli sinir merkezlerine etki eder hale gelmiştir. Sefarad Yahudilerinin Osmanlı topraklarına getirilmesi küçücük bir azınlığın bir devleti nasıl etkileyebildiğinin en bariz örneğidir.
İki kimlikli, esrarlı, güçlü ve etkin olan İspanya göçmeni Sabetaycıların etkinliği yakın geçmişte de devam etmiştir. 28 Şubat 1997 Postmodern Darbesi’nin baş aktörlerinden üç kişinin Sabetaycı olduğu efkâr-ı umumiyenin malumudur.
Planlı göçlerle bir ülkenin elden çıkışının en somut örneği ise hiç şüphesiz Filistin’dir. Yüzyıllık sinsi planla bir bölgenin nasıl işgal edildiği, demografik yapısının nasıl değiştirildiği, zorbalıkla bir devletin nasıl kurulduğunun en bariz örneği Siyonist İsrail’dir. Sultan Abdulhamid-i Sâni’nin direnmesine rağmen İngilizlerin yardımıyla burada bir Siyonist yapı kurulmuştur ve yüz yıldır Muhammed ümmetinin başına belâdır. Bugün düzensiz göç dalgalarının Türkiye’yi kasıp kavurduğu bir ortamda, bu göçlerin Türkiye’yi etkilemeyeceğine inananların küçük bir kafilenin ülkenin yönetimini yönlendirmede ne kadar etkin hale gelebildiğini görmesi gerekir.
Şehirlerin, düzensiz göçler ve sinsi planlarla nasıl elden çıktığının örneği ise Musul ve Kerkük’tür. Irak’taki Türkmen varlığının uygulanan sinsi planlarla nasıl günden güne yok edildiğini, gerek katliamlar, gerek göçe zorlama, gerek tapu kayıtlarına müdahaleyle azınlık haline getirildiğini görmek gerekir.
Musul ve Kerkük tamamen Türk şehri olmasına rağmen, İngilizlerin burayı işgaliyle birlikte başlayan ve Irak’ın bölünmesiyle devam eden süreçte demografik yapısının değiştirilmesi iyi irdelenmelidir. Uzak geçmişte %90’ı Türk’tü. Yakın geçmişte yani 1920 yılında etnik kökene dayalı yapılan nüfus sayımında 92 bin nüfuslu Kerkük’ün 50 bini Türkmen’di. Gerek nüfus kayıtlarının ortadan kaldırılması, gerek buraya savaş hengâmında Kürt nüfusun taşınması, gerekse planlı demografik yapıyı değiştirme hamleleri Kerkük’te Türkmenleri, Kürtlere oranla azınlık duruma düşürmüştür.
Türkiye, 50 yılda ulaşacağı nüfusa 10 yılda ulaşmıştır. Bu, bir ülkenin genç nüfusla nefes alması değil, demografik yapısının kısa sürede değişeceğinin göstergesidir.
Türkiye, son on yılda, Suriye başta olmak üzere dünyanın değişik yerlerinden gelen yabancı göç dalgalarıyla adeta “göçmen deposu” haline gelmiştir. Bu, ülkeyi “Küçük Amerika”ya dönüştürme projesidir. Sadece savaş mağduru Suriyeliler değil, dünyanın her yerinden gelen göç akınına karşı hiçbir ciddi önlem alınmamasıyla ülkenin demografik yapısı değişmektedir.
Türkiye artık, sadece komşu ülkelerden göç almamakta, binlerce kilometre uzaktan ve değişik coğrafyalardan göç alarak, tıpkı ABD gibi kozmopolit bir devlete dönüşmektedir. Türkiye, bu denli hızlı bir nüfus artışını kaldıramaz. Türkiye, ABD gibi göç ülkesi değildir; kaynakları sınırlıdır. ABD, silah satışı ve sömürgeyle tahakkümüne devam etmektedir. Bu çarkı bozulduğu zaman en kolay yıkılacak ülke ABD’dir. Çünkü millet ve aidiyet duygusu en zayıf ülkedir.
Suriye’deki savaştan önce de ülkemizin kıyı sahilleri Avrupa başta olmak üzere dünyanın değişik yerlerinden gelen göçmenlerin mülk edinmesine açılmıştı. Gelenler Avrupalı (!) olunca kıyı kentlerimizdeki mülklerin yabancılara satışına ses çıkartılmıyordu.
Bugün bütün dikkatler Suriyelilere ve Araplara çevrilmiş, aslında yıllardır İsrailliler, Yunanlar, Çinliler, Ruslar, ABD’liler, İngilizler yıllardır toprak ve mülk satın almaktaydı. Bu vurdumduymazlık “muhafazakâr demokratların” iş başına gelmesinden sonra bütün dünyayı içine alacak şekilde genişledi.
Önce Ottawa Anlaşması (12 Mart 2003) imzalanarak sınırlarımızdaki mayınlar temizlendi. Belli ki bu, ABD’nin ilk ev ödeviydi.
Suriye karıştırıldıktan sonra Avrupa Birliği ülkelerinin düzensiz ve kontrolsüz göç tehdidinden etkilenmemesi için Geri Kabul Anlaşması (16 Aralık 2013) imzalandı. Anlaşmaya göre, Türkiye’den Avrupa Birliği ülkelerine gidecek göçmenler geri iade edilecekti. Bu da ikinci ödevdi.
Geldiğimiz noktada ideolojisini “Türk milliyetçiliği” üzerine inşa etmiş bir siyasi yapı ile “tek millet” sloganı atan başka bir siyasi yapının, ülkeyi “yabancılaştırma” projesinin paydaşı olması, bu politikayı sahiplenmesi ve tabanlarından bunun kabul görmesi sosyolojik tahlile muhtaçtır.
Daha ilginç olanı ise, Müslüman Arapların Türkiye’ye göçüne ve mülk edinmesine tepki gösteren seküler kesimin, İsrailliler, Yunanlar, Çinliler, Ruslar, ABD’liler, İngilizler gibi yabancı uyrukluların sessiz göçüne ve mülk edinmesine ses çıkartmamasıdır.
Gerçek şu ki, bu ülkenin demografik yapısı göçlerle değiştirilmekte. Bunu anlayansa bir avuç insan…