Müderrisler, Muallimler, Öğretmenler…

Abone Ol

Eğitimciler, ilkokuldan üniversiteye, Elif’ten Z’ye  kadar kendisinden ders aldığınız hocalarınızdan en fazla hangisini veya hangilerini daha çok hatırlarsınız?

Zorlamayın kendinizi, işi akışına bırakın ve önümüzdeki hafta içinde konuşurken hangi hocanızdan bir söz aklınıza geliyorsa en fazla sizi etkileyen odur.

28 Şubat 1997 darbecilerinin Müslümanları sıkboğaz ettiği günlerde, Akdeniz’in kenarında şirin mi şirin bir şehirde, Cumartesi akşamı konferanstan sonra beni davet eden şehrin müftüsü, “Muhterem hocam, otelde yeriniz hazır. Ancak şehrimizin hâkimi ile savcısı sizin derslerinize katılmışlar. Hâkim bey sizi evinde ağırlamak istiyor, kabul ederseniz oraya gideceğiz” dedi.

Kabul ettim ve evine gittik.

Çayın içine şeker yerine sohbet katıp yudumlarken hâkim bey, “Sayın hocam, sizin Cumartesi akşamları yaptığınız ‘İslam Hukuku’ derslerinize katılıyordum.

Elimize kitap vermiyordunuz, imtihan yoktu ve yalnız anlatıyordunuz.

Sanki bizde bir bilgi kalmıyormuş gibi gelirdi bana.

Ama hâkimlik görevime başlayalıdan beri, davacıyı dinlerim, senden bir şeyler gelir, davalıyı dinlerim, yine senden bir şeyler gelir. Şahitleri dinlerim yine senden bir şeyler gelir, nedir bunun sırrı?” dediğinde, “İslam hukukunun Edille-i Şeriyye’nin, ana kaynağı Kur’an ve sünnet.

Bu ikisinden birincisi Allah kelamıdır.

İkincisi sünnet de, kendiliğinden konuşmayan ve Allah elçisi olan Resulünün sünnetidir. Seni de, beni de  ve bütün kâinatı da, Allah yarattığından, söylediklerim, o ikisine uygun olduğu oranda, sana da bana da, herkes ve her şeye uygun olduğundan hatırından sana akıveriyor.

Su mühendisi, dağdan veya ovadan su üretmez. Dağda var olan suyu meydana çıkarır. Okulda öğrendikleriniz, insan fıtratını bozanların kriterleri olduğundan, nasıl ki, insan vücudu, kendisine uymayan böbreği, ciğeri, ameliyatla dikseler bile onu attığı gibi, insan fıtratı da kendisine uygun olmayan kriterleri dışlar.

Siz, okulda zorunlu ders olarak kitapları okuyup imtihanları geçmek için derslere katıldınız.

Beni tanımadığınız halde, akşam dinlenmeniz için ayırdığınız vakti, benim derslerime, kendi iradenizle severek katıldığınızdan, söylediklerim ile aklınız, ruhunuz, vicdanınız uyumlu olduğundan hatırınızdan bitiveriyor.

Benim yaptığım, herkesin anlayacağı dille, herkesin bildiği yaşanmış örneklerle, bildiğiniz atasözleri ve deyimlerle anlatmaya çalışmamdandır” demiştim.

Konya’da her sene bir hafta kalırım. Okuldan ve okul dışından tanıdığım dostlarla akşamları sohbet kaynatırken, hocalarımızdan aklımıza geliveren sözler, kahve yanında sunulan çikolata gibi ağzımızı, dilimizi ve gönlümüzü tatlandırıyor.

Bir gün aklıma geldi, İslam Enstitüsü hocalarımızdan neden en çok Arif Etik gelir ve ondan bir şey naklederim ve arkadaşlarım ondan naklederler?

Arif Etik hocamız, hayatın yaşanan anını o gün veya bir gün önce gördüğü ve dinlediği bir olayla anlatır ve ardından bir beyit okuyuverirdi.

Yani dinleyen bizler, kendimizi o olayın içindeymiş gibi hissederdik.

Her derste okuttuğu metni terceme ve açıklarken hayatımızdan bir şeylerle anlatır ve eskilerden de bir beyit aktarıverir ve bir fıkra ile anlaşılır hale getirirdi.

Mesela sınıfta Allah’ı inkâr edenlerden biri konuşulurken sözü uzatmaya gerek yok.

Sınıftaki yazı tahtasına:

“Zaten yoksa nedir bu inkâr

İnkâr edenin içinde ikrar” (Hasan Ali Yücel, “Allah Bir”,  Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1961) beytini yazıp, kısaca inkârcıların Allah’ı inkâr ederken kullandıkları en kısa cümle, “Allah yok” cümlesidir. Ama yani cümle önce “Allah” diyor, sonra “Yok” derken kâfirleşiyor.

Arapça olan “Kâfir” kelimesi, var olan bir şeyin üstünü kapatıp “yok” diyen adama denirmiş.

Şair Nabi de, Allah’ın lütuflarını nimetlerini inkâr etmek mümkin değil.

İnkâr edenler ise ya deli, ya çocuk, ya  kördürler diyor:

“Değil lutfu Hudâvendi Kerim’in kaabili inkâr

Meğer inkâr eden mecnun ola ya tıfl ü ya a’mâ.”