Bazen susmak da bir iştir derler ama artık suskunluk marifet değil, iştirakin ta kendisidir. Ülkenin dört bir yanında patlayan ahlaki skandallar, çocuklara, kadınlara, güçsüzlere reva görülen zulümler... Bunlar münferit değil; bunlar bir düzenin çürümüşlüğünün yankıları. Ve ne yazık ki bu çürümüşlük, en yukarıdan aşağıya doğru sirayet etmiş durumda.
Sokakta gezen insanlar birbirine güvenemiyor, anne babalar evlatlarını komşuya emanet edemiyor. Hocalar, öğretmenler, bürokratlar... Kime güveneceğimizi şaşırdık. Çünkü gücün imanı olmazsa adaletin de yüzü olmaz. Her şeyin başı makam olmuş, her şeyin kıblesi para. Dürüst kalmak artık “enayilik” sayılıyor, zalime ses çıkarmak “provokasyon”.
Peki bu ahlaki çöküşün sorumlusu kim? Yalnızca suça karışan birkaç münferit mi? Hayır. Suç sadece işlenince değil, görmezden gelinince de büyür. İktidar yıllardır “bizimkiler yaparsa susulur” anlayışıyla hareket etti. Yolsuzluğa göz yumdu, adam kayırdı, liyakati çöpe attı. Sonuç? Dinsiz bir din anlayışı, vicdansız bir adalet, ruhsuz bir eğitim sistemi.
Çocuklarımıza ne verdik biz? Onlara doğruyu, iyiliği, adaleti mi öğrettik, yoksa sadece “güçlüden yana olmayı” mı? Bugün rezalet diye izlediğimiz haberler aslında bir neslin sessiz çığlığı. Ve her sustuğumuzda, her “aman karışmayalım” dediğimizde, o çığlık biraz daha büyüdü.
Toplumun en derin yerlerinde bir fesat büyüyor. Bu sadece bireysel ahlaksızlık değil, sistemin çarpıklığının doğal sonucu. Ve bu sistemin en tepesindeki isimler, bunun vebalini taşımaktan kaçamaz. Çünkü yönetenin birinci sorumluluğu, sadece yol yapmak değil; o yolda yürüyen insanı da doğru tutmaktır.
Şimdi soruyorum: Hangi cami minaresi, içine gizlenen zulmü örtebilir? Hangi hutbe, mazlumun ahını susturabilir? Bu ülke önce ahlakta, vicdanda ve adalette ayağa kalkmalı. Yoksa inşa ettiğimiz binalar, içine gömdüğümüz sessiz çığlıkların mezar taşı olur.