Hakikat Medeniyeti Sığınağımız-III

Abone Ol

İslâm medeniyeti ile Hıristiyan medeniyetlerinin farklı özellikleri var. İnanış ve düşünüş bakımından.

Müslümanlar bütün peygamberleri kabullenirken kendi dışında kalanlar ise Hazreti Peygamber’i tanımıyor ve kabullenmiyorlar. Bu temel ayrılık salt bununla ilgili değildir.

Her inanışın kendine göre mantığı ve kabulleri bulunuyor. Bunu doğal karşılamak gerekir. İnan getirilen ve bağlanılan peygamberler, düşünce ve medeniyetler kendilerinden sonra gelenleri kabullenmeyişleri doğal. Bu bir inanış. Bin yıllardır bu böyle sürüp gidiyor.

Batılı bilim insanları, düşünürler kimi durumların farkındadırlar. Kitaplarının gerek İncillerin ve gerekse Tevrat aralarındaki çelişkiler, aklın sınırlarının dışında oluşu temel sorun.

Salt bu değildir. Tanrı anlayışı da benzer bir durumda.

Şu sıralar elimin altında bulunan Miguel de Unamonu’nun Günlükler kitabını okuyunca ısrarla vurgulanan kimi kavramların başlı başına sorun olduğu görülüyor. Aslında bu Hıristiyan düşünüşünde geneldir. Hayatı boyunca dalgalanmalar geçiren Varoluşçuluğun öncülerinden olan düşünür, belli bir dönemden sonra yeniden metafiziğe yöneliyor. Sıkı bir Katolik inanışın içinde kendini buluyor. Diğer yandan diğer mezheplerin kimi anlayışlarının düşünürlerinin eserlerini de okurken dalgalanmayı sürdürüyor. Tanrı’ya sığınma onun temel alanına dönüşüyor. Ne ki teslis olayının bir inanış ve kabullenilişi içinde gidip geliyor. Baba, Oğul ve Ruhulkudüs üçlemesi. Tanrı’nın kişiselleştirilmesi asıl sorundur. Çünkü Tanrı Baba’dır. Oğul da tanrıdır. Hazreti Meryem Tanrı anasıdır. Baba Tanrı kavramına yaklaşımı şöyledir: “Babamız. Baba: İşte Hıristiyanlığın diri düşüncesi. Tanrı Baba’dır, o aşktır. Ve o ‘Babamız’dır, ‘benim babam’ değil. ‘Ah! Benim Tanrım!’” Buradaki soyut Tanrı imgesi somut bir nesneye bir insana dönüşüyor. “Tanrı insan bir kadından doğdu, insanlığın sükûnetinden, basitliğinden doğdu. (…) Tanrı’ya ve İsa’ya küfredildiğini duyarız; isimleri, çirkin ifadelere karıştırılır…” (s. 20) Miguel de Unamonu bir yandan metafiziğe ve Tanrı’ya sığınırken çelişkilerden kendini kurtaramaz.

Batı düşüncesinde Rönesans sonrasında metafizik devreden çıkarılmaya çalışılır ama ondan da asla vazgeçilemez. En kritik zamanlarda gene ona sığınılır. Çünkü Batı inanışında Haçlı savaşları sürüyor. Modern zamanlarda da bu değişmiyor.

Pozitivizmin etkisine girildiğinde Baba-Tanrı’nın çocukları insanı salt tanrı konumuna çıkardılar. Batı’nın Tanrı insanı kendisini üstün görüyor, dışındakileri ise alt katmandaki varlıklar olarak kabulleniyor. Yukarıdaki yanlış anlayışın bir sorunu.

Hazreti Peygamber kendisine vahiy geldiği andan itibaren, kesin bir tutum ortaya koyar. Allah birdir Muhammed onun kulu ve elçisidir. Yani Peygamber bir kul ve bir insandır. Bunu temel olarak ortaya koyarken asla mescidi bir tapınma alanı olarak görmez. Bir bağlanma alanıdır. İnsan insandır, Tanrı da Tanrı. Allah’ı kişiselleştirmenin önüne geçer. Mescitleri de tapınma alanı olmaktan çıkarır. Çünkü kiliselerin somut tapınma alanları olduğunu gördüğünden mescide açılan bütün kapıları ve pencereleri kapatıyor. Bir tek Hazreti Ebubekir’in kapısını ve penceresini mescide kapatmıyor. Peygamber’in etrafında havariler yoktur, ashabı, yani arkadaşları vardır. Hazreti Ebubekir’i tek dostu olarak tanımlar. Bunlar insanî durumlardır. Peygamber’e vahiy geldiği andan itibaren vahiy dışında hiçbir söz kayıt altına alınmaz.

Batı insanı kendisini tanrı olarak gördüğünden insanlığa zulmetmeyi de kendine bir görev bilir. Bütün ideolojiler bu tanrı insanın eseridir. Emperyalizm ve sömürü, savaşlar ve katliamlar bu tanrı insanın faaliyet alanı.

İslâm insanlığın kurtuluşudur. “Bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmek, bir insanı diriltmek bütün insanlığı diriltmek” ilkesidir.

Miguel de Unamonu, Günlükler, Sel Yayınları, 3. Baskı, 2017, İstanbul, s. 10.