Fakir Fukara

Abone Ol

Kişi başına düşen gelirle ilgili bazı ölçütler var. Mesela nüfusun “en zengin yüzde 20’sinin” “en yoksul yüzde 20’sine” oranı dikkate alınıyor. Bu oran Türkiye’de yaklaşık olarak 7,5-8 kat mertebesinde. Otalama olarak “en zengin”, “en yoksulun” gelirinden 8 kat daha fazla gelire sahip deniyor.

Elbette ki bunlar ortalama bir durumu gösteriyor. Türkiye, özellikle de son 20 yılda “tüketerek büyüme” gibi bir sarmala sokulurken, bunun ürettiği sahte bir “zenginlik algısı” da oluştu. Ne zaman ki, insanlar kredi ve borç imkanlarından mahrum kalmaya başladı, yani “taşıma suyla dönen değirmen” durdu, işte o zaman aslında o kadar da “zengin olmadığımızı” anladık. Elbette bunda yüksek enflasyona yetişemeyen daha doğrusu eriyen reel ücretler ve gündemin tam ortasına yerleşen hayat pahalılığının da büyük bir payı var.

13 milyona yakın emekli, resmi rakama göre 7 milyon asgari ücretli çalışan, ki bunların ailelerini de hesaba katınca 20-25 milyon insan belki, milyonlarca sosyal yardımla geçinen aile… Bunlar, araştırmalarda ortaya konan 7-5 bin liralık açlık sınırının da altında yaşayan insanlar. 25 bin lira civarında olduğu söylenen yoksulluk sınırını rüyalarında bile göremiyorlar. Bu ülkede, on milyonlarca insanın “yoksul” bile sayılmadığı bir ekonomik atmosfer söz konusu ve bunla bile övünebilen, bunu bir başarı gibi satabilenler de var maalesef.

Türkiye’nin de dahil olduğu “gelişmekte olan ülkelerin” en önemli sorunlar birisi olarak kamu kaynaklarının israfı ortaya çıkıyor. Misal “makam arabası saltanatı” diye bir olgu yok mu bizde de? Kamunun dizginlenemeyen harcamaları için “itibardan tasarruf olmaz” sözleri sarf edilmedi mi? Kamu kaynaklarının, ihaleler vs yoluyla belli bir zümreye aktarılması, bir yönüyle halktan belli bir kesime kaynak transferi değil mi? Sürekli övünülen ekonomik büyümenin, halkın reel gelirini artırmaması neden acaba? 

Şu gerçeği özellikle vurgulamak gerek. Türkiye’deki ekonomi politikaları halktan değil sermayedardan yanadır ve son dönemde de bunun böyle olduğunu Hazine ve Maliye Bakanı Nebati, “halkın fakirleşmesi uğruna” uyguladıklarını geçtiğimiz aylarda teyit etmişti. Geniş halk yığınlarını sosyal yardımlarla vs fonlamak, halkın menfaatine çalışmaya mı, yoksa uygulanan politikalar sonucu oluşan milyonlarca yoksul ve yoksun durumdaki insanın varlığına mı delalet eder? 

HAK-İŞ Mahmut Arslan, “Avrupa Birliği ülkelerinde tüm çalışanlar içerisinde asgari ücretlilerin ortalaması yüzde 5-6 düzeyinde. Sayın Çalışma Bakanının açıklamalarını esas kabul edersek Türkiye’de bu yüzde 38. Aslında emekçilerin yüzden 40’ının geçim ücretini belirliyoruz. Bu bir asgari ücret olmaktan çıkmış durumda” diyor. Arslan’ın “2018’de sermayenin milli gelirden aldığı pay yüzde 48 iken, 2022’de bu yüzde 52’ye çıktı. 2018’de emeğin sermayeden aldığı pay yüzde 32 iken bugün yüzde 26’ya düştü” ifadesi de ilginç. Fakirleşmenin açık bir göstergesi gibi..

Hazine ve Maliye Bakanı Nebati ise, geçen sene, “Sen maaş alıyorsun, en fazla neyini kaybedersin? Enflasyonun altında ezilirsin; ama ben bu iş düzelmezse eğer 1000 çalışanımla beraber bütün varlığımı kaybederim, bunu göze alır mıyım?” diyordu. Halka “fakir fukara” nazarıyla bakan bir yaklaşım değil midir bu? Aynı yaklaşımla, bu sene, “Biz bir yol ayrımına gittik. Enflasyonla birlikte büyümeyi tercih ettik. Bu sistemden dar gelirliler hariç üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyor. Çarklar dönüyor” diyen Nebati, geçen hafta da, “Asgari ücretliye de memura da emekliye de ne verilse haklarıdır. Dar gelirliye, fakir fukaraya vermek bereket getirir” diyerek alicenaplık gösteriyordu! 

“Fakir fukara” için bu gönlü zenginlikler düşünülürken, Katar’daki Dünya Kupası finalini izlemek için bilmemkaç uçakla sefer yapılıyordu. Ne de olsa, “fakir fukaranın” cebinden olur ama itibardan tasarruf zinhar olmaz!